Bu konu tartışmaya açık ve üzerinde fikir birliğinin kurulması son derece güç olan ancak bir o kadarda önem arz eden bir konu.
Hepimiz kabul ediyoruz. Evet tıp mesleği kutsal bir meslek. Ortaya konan emek ve yapılan fedakarlıkların karşılığının para ile ödenmesi mümkün değil. Birilerinin inandığı ya da araştırmak yerine inanmak için kendini zorladığı kadar para getirisi olan bir meslekte değil. Mutlu bir azınlığımız var mı? Evet var ve herkesin dilindeki zümrede bunlar. Peki geride kalan büyük çoğunluk ne durumda? Buna da birazda sitemkâr bir yaklaşımla soru ile yanıt verelim. Kimin umurunda?
Sağlıkta bir düzenleme yapılacağı zaman kahir ekseriyetle mutlu azınlık dikkate alındığı ya da halk arasında gündeme doktorlar geldiğinde yine mutlu azınlığımız üzerinden yorum yapıldığı için inanının büyük çoğunluğu oluşturan kesim üzülmektedir.
Doktor olmak insanı insan olmaktan çıkarmaz. Netice itibari ile bizde insanız ve bizimde duygularımız var. Ancak bizden beklenen bu değil. İnsan gibi değil duygularından arındırılmış bir makina gibi çalışan bir insan modeli beklentisi var. Teorik olarak bu mümkün gibi görünse de pratikte son derece güç.
Tamda burada başlığımıza geri dönelim. Bir doktor karar verme aşamasında altı yıllık eğitiminde kendisine öğretilen tıbbi bilgilere göre mi yoksa adli ve hukuki sonuçları dikkate alarak mı karar vermelidir?
Yazının başında bu konuda bir fikir birliği kurulmasının son derece güç olduğunda bahsetmiştim. Kişisel kanaatimde fikir birliğinin kurulamayacağı yönündedir. Bu konu kuşak bazlı ele alındığında eski kuşak doktorlarda karar verme süreçlerinde tıbbi öğretilerin, yeni nesilde ise hukuki süreçlerin daha etkin olduğu görülmektedir. Nitekim bunun bir sonucu olarak bir zamanların popüler uzmanlık alanlarının yeni nesilce hiç tercih edilmediğini görmekteyiz. Hatta biraz daha ileri giderek “insan üzerinde değişiklik yapmak istemeyen” (bu cümle genç bir meslektaşımızın kullanıldığı şekli ile buraya aynen aktarılmıştır) veya insanın olmadığı diye tarif edilen bölümlerin öncelikle tercih edildiği de dikkati çekmektedir. Yapılan işlem ve ortaya çıkan hukuki sonuçlar dikkate alındığında yeni nesil doktorlarda ortaya çıkan bu tercih değişikliğini anlamak çokta güç değil.
Peki hal böyle iken yazının başlığında sorulan sorunun cevabı nedir?
Aslında bu soruya terazi diye yanıt veresim geliyor. Gözünüzün önüne bir terazi ve kefelerini koyun. Tıbbi bilgileriniz bir kefede adli ve hukuki sonuçlar ise diğer kefede. Hastaya tıbbi yaklaşır ve sonuç iyi olursa ödülünüz güçlü bir alkış olacaktır. Ancak sonuç kötü olursa işte dananın kazığı burada kopmakta ve hemen terazinin diğer kefesi devreye girmektedir. Yani adli ve hukuki süreçler. En nihayetinde belki de bir tazminat. İşte bu kısım can sıkıcı ve de yakıcı. Üstesinden gelinemeyecek düzeyde verilen bir tazminat kararı ve tüm kazanımlarınızın uçup gitmesi. Kimse bu riski doğal olarak göz ardı edemez ve etmemekte. Bu yüzden gelinen noktada adli ve hukuki sonuçlar doktorların karar verme süreçlerine etki etmekte ve etmelidir de diye düşünüyorum. Yapılan bir hata ile ömür boyu çalışarak elde ettiğiniz kazanımları kaybettiğiniz bir sistemde risk yönetimi yapmaktan daha doğal ne olabilir?
Sonuç olarak benim burada bir ikilem olarak sunduğum ve üzerinde izahatlar yaptığım konuda terazinin hukuk tarafının ağır bastığını ve giderek ağırlığını hissettirdiğini söylemek sadece malumun ilanından başka bir şey değildir.
Gelinen noktayı şöyle özetlemiş olalım: Hasta yaklaşımda ve karar süreçlerinde ne yaparsam veya ne yapmazsam hukuki açıdan sorumlu olmam yaklaşımı tıbbi öğretilerin önüne geçmiş görünmektedir. Adına ister defansif tıp deyin ister başka bir şey ama maalesef durum bu…
Bu konuyu bir örnek vererek bitirelim.
Tıbbı öğretiler bir cümle ise hukuki sonuçlar o cümlenin sonundaki noktadır.
Bu makale 18.10.2024 14:14:57 tarihinde eklenmiş ve toplam
kere okunmuştur.
2025© Bu sitenin tüm hakları saklıdır.