Toplumun inançlarında, gelenek görenek ve kabullerinde değişim hemen olmuyor.
Bireyin fikrini geliştirmesi, tekamül etmesi, değişmesi dahi yıllar alıyor ve çoğunlukla geldiği gibi gidiyor.
Bunu başarabilen insanların topluma sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik alanda etki edip, sosyolojik bir değişimi başlatması , başarılı olsa bile belki de yüzyılları alabilecek bir büyük sancıdır.
Nedense, aydınlarımız hep geçmişi ve tarihi öğrenerek aynı cümlelerle, günümüze meydan okuma yarışı içindeler.
Oysa, geçmişten haberdar olarak, geleceği, yeni nesli okuyan, öğrenen bir münevver bakışa ihtiyacımız var. Bu çocuklar sizin sözlerinizi anlamıyor neden ısrar ediyorsunuz?
Sosyolojik olarak, hangi kamu nizamı getirirseniz getirin, eğer millet bunu içselleştirmemişse başarılı olamazsınız.
Hangi yönetim usulü olursa olsun, altyapısı ve kalıcılığı bir kültürel zemin işidir. Uzun yıllar içinde yerleşik hale gelirler.
İnsanlar artık ne önerdiğinize bakmazlar. Nasıl davrandığınıza odaklanırlar. Usülün esasın önüne geçtiği temel nokta işte burasıdır.
Sosyolojik zeminler, siyasal düzlem gibi temeli çabuk atılıp, hızla yıkılabilen alanlar değildir.
Siyasetin istediği, önerdiği ve beklediği bir çok bireysel ve toplumsal değişimler, davranışlar , beraberinde sosyolojik bir kabulleniş ve hatta talep varsa gerçekleşir.
İnsanlar, kültürel, sosyal, milli ve dini hassasiyetlerini koruyan, onlara ilişmeyen değişim önerileri bekler sizden.
Siz, bu hassasiyetleri göz önünde bulundurmayan hiçbir model ve sistemi, insanların yararına olsa dahi, kalıcı olarak kabul ettiremezsiniz.
Medeniyet emir vermekle olmaz. Siyasetle de tek başına mümkün değildir.
Medeniyeti kültür inşa eder. Kültürlü insan inşası için sabırla, insan ömrünü aşan bir strateji ile hedefler koymaz planlar yapmazsanız bin yıllık medeniyetler kuramazsınız.
Bizim toplumun dönüşümü kesinlikle batılı olmak değildir. Bunu unutun.
Bizim toplumda okumayı seven bireyler çoğalmalı, bilimle, sanatla arası barışık nesiller yetişmeli.
Bu tür bir insan inşası için sosyolojik strateji ve planlamayı yaparken, toplumun moral değerleri ile kavga edilmemeli.
Milliyetine yabancı durulmamalı.
Bir kısım insan, bu cümleleri ille de var olan sosyolojik ekollerin içine doldurmaya çalışıyor.
Bazen Ziya Gökalpcı, bazen de Prens Sebahattınci oluyorsunuz.
Oysa bana göre var olan ekollerin hepsi, bir yanları boş kalmış ve başka bir ekole tepki olarak doğmuş.
Bizim böyle bir derdimiz olmamalı.
Mesela ben Türküm. Benim iklimim, genetiğim, ekonomik ve kültürel kodlarım var.
Bunlar yeryüzünde beni diğerlerinden farklı kılan bir çok unsurdan sadece birkaçı.
Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Avrupa medeniyetindenim diyenler olmuş.
İlk ikisine EyvAllah. Ama, Avrupa medeniyeti lafı boş ve milliyetle örtüşmeyen bir söz.
Avrupa dediğiniz coğrafyayı oluşturan hangi ülke, kendisini Avrupa medeniyeti şemsiyesi altında görüyor ki siz de onlara özeniyorsunuz?
Fransız mı, İngiliz mi, Alman mı kendini Avrupa medeniyeti ile tanımlıyor?
Her biri yoğun ve fanatik biçimde kendi ırklarına sahip ve sadıktırlar. Medeniyeti kendi milli kodları ile algılar ve tarif ederler.
Medeniyet içine sonradan oturulabilen bir tren vagonu değildir. Medeniyeti milletlerin varsa binlerce yıllık geçmiş alışkanlıkları, gelenekleri, örfleri, sosyal kültürel ekonomik davranışları ile mensup oldukları din oluşturur.
Hristiyan Alman, Hristiyan Fransız ile aynı değildir. Alman Fransıza, Fransız da Almana benzemeye çalışmaz. Hele din adına hiç. Peki ya biz? Örneğin; Türk Müslüman, Avrupalı Müslüman, Arap Müslüman karşılaştırmasında nerede duruyoruz, kim kime benzemeye çalışıyor? Bu da ayrı ve derin bir sosyolojik değerlendirme konusu.
Hangi inanç olursa olsun, geldiği andan itibaren, ilk iman edenlerle birlikte sosyolojik bir zemin, kültürel bir inşa gerçekleştiği ölçüde kalıcı ve yaygın olur.
Dinimiz İslamın bu alanda bize sunduğu imkan ve altyapı çok geniştir. Lakin Müslümanların belli zamanlar dışında, bu medeniyet ve toplum inşasında geçerli bir mesafe aldıklarını söylemek güçtür.
Sosyolojiyi çağın gereğine göre okumak, coğrafyanıza özgü ve yetişen neslin hassasiyetlerini gözardı ederek yazmakla başlamalısınız işe.
Jeokültürel ve jeososyolojik okumaları düzgün yapmalıyız. Küreselleşen dünya sosyolojik ikliminde nelerin ortaklaştığını, nelerin ülkelere ve toplumlara ait kaldığını tespit etmek, sosyologların tespit ve analiz etmesi gereken yeni alandır.
Geçmişin sosyolojik akımlarının hiçbiri, yeni dünyayı ve ortaya çıkan toplumsal ve bireysel yapı değişimlerini doğru şekilde açıklayamaz.
O ekoller oluştukları dönemlerdeki mevcut durumu tarif etmişler, çıkış yolları önermişlerdir.
Bizimkiler ise, Jön Türklerden başlayarak, Ziya Gökalp ve Prens Sebahattin ile devam eden ekol taklitleri ile, 1930' lar ile beraber sosyalizme öykünen yeni aktarmacıların da etkisi ile, klasik sağ- sol siyasi kamplaşmasının akademik ifadesi haline gelmiştir.
"İslami" hassasiyetle görüş üretenler ise, eleştiriden öteye gitmemişlerdir.
Geçmişteki üretilen görüş ve modellerin hepsi, iyi birer bilgi kaynağı konumundadır. Ama hepsi budur. O paradigmalarla günü ve olayları okumaya çalışmak sizi doğru sonuçlara ulaştırmaz.
Bir de şu yanlış fikir türedi son zamanlarda; herşeye akıl yeter.
Bizler müslümanız. İnancımız, aklımızın erdiği ve alamadığı tüm vahyi kapsar. İzah edemediğimiz veya aklımıza uygun gelmeyen şeyleri vahiyden çıkardığınızda, aklınızı ilah edinmeye başlarsınız. O size neye inanıp neye inanmamanız gerektiğini söyler.
Akıl ile inancı, fizik ile metafizik kavramını dengede tutmak, yine aklın tavsiyesi olsa gerektir.
Sonuçta yokken var edilmiş bir akıl, kendisini var eden gücün ona verdiği kapasite ve imkan kadar algılamaktadır olayları.
Aklı vahyin de önüne geçirmek, inançları dogma sistemler sınıfına hapsetmek, herşeyi ama herşeyi akılla izah edebileceğini düşünmek, akılla izah olmayan herşeye yok hükmünde bakmak, akılsızlığın ta kendisidir.
Sosyolojik açıdan batının ta en baştan doğuyu geride görmesinin sebebi ne olabilir ki?
Doğu kavramı içinde, müslüman ve müslüman olmayanların tamamı olmakla birlikte, özellikle müslümanlar tahkir edilmiştir.
Bu kategorik hastalıklı anlayışı, hangi bilimsel sosyolojik akım veya ekollerle değerlendirip, bir ahlak ve mantık içine koyacaksınız?
Ya Fransız akımı, ya İngiliz veya Alman olacak ille de birileri için. Onlarla ifade edeceğiz sosyolojimizi.
Beyler, hanımlar! Biz Müslümanız ve Türk'üz. Buna dair sizin ürettiğiniz ne var?
Sağcınız da solcunuz da Fransız kalıyor bu ülkeye. Toparlanın artık. Durkheim'den alıntı milliyetçilikle Ziya Gökalp, Le Play ile de birazcık sosyal demokrasi ve liberalizmli Prens Sebahattin uymuyor bize.
Bir de bunların izinden giden insanları, sosyoloji çalıştılar diye, saatlerce anlamaya anlatmaya çalışıyorsunuz.
Müslüman Türk milletinin sosyolojisini yazacak, rehberlik edecek kimse yok mu?
Baka bir mevzu daha: “Hukuk herkes ve herşey için lazımdır. Hatta bir toplum için birinci madde hukuktur. Herşey hukuk zemini altında yeşerir, gelişir” diyenler olabilir.
Bu doğru bir analiz değildir. Hukuktan daha önemli bir husus var. O da medeniyettir. Toplumlar, ait oldukları veya inşa ettikleri medeniyet kodları üzerinden her alanda kaideler koyarlar. Bu kaideler o toplumun hukuk sistemini oluşturur.
Medeniyeti incelemek, medeniyet oluşumuna öncülük etmek sosyolojinin temel görevlerinden biridir. Daha yaşadığı toplumu doğru şekilde tanımlayamayan bir sosyolojinin, önerebileceği medeniyet ne olabilir ki?
Dışarıdan alıntı olan kuram ve ekollerle, kendi toplumunu tanımlamaya çalışan bir anlayış, sağ olsa ne olur sol olsa ne olur?
Tanımlanmamış bir sosyomedeniyetin, özgün bir hukuk sistemi kurması mümkün değildir.
İnanç, iş, aile, kültür, sosyal hayat, spor, güvenlik, kamu, özel sektör ve daha onlarca alan.
Bu alanları ören sosyokültürel ve sosyoekonomik kimliklerimiz, o alanların hukuğunu ve mevzuatını belirleyecek olan en temel unsurlardır.
Hukuk insanları aynı zamanda yargılama gücüdür.
Peki örneğin, Almanyadan alınan bir mevzuat ile, o mevzuatın hitap ettiği alana giren hususlarda kendi insanımızı nasıl yargılayacağız?
Elin Almanına göre serbest veya caiz olan bir şey, bizim insanımızın inanç ve kültür kodlarında uygun olmayabilir. Veya tam tersi olabilir.
Böyle bir hukuk objektiftir diyebilir miyiz?
Hukuk için evrenseldir denir bazılarınca. Bu söz sosyoloji biliminin tabiatına aykırıdır.
Her toplumun kültürü, tarihi, genetiği ve inançları, yani medeniyeti farklı iken, hepsi herşeyi aynı şekilde nasıl kabul edebilir?
Doğru olan cümle, hukukun tüm insanlık için aynı olan evrensel kaidelerinin olduğudur.
Yaşama hakkı, sağlık hakkı, barınma hakkı gibi.
Ama mesela, ticaret hukukunuzu, aile hukukunuzu evrensel yapamazsınız. Ticaret ve aileden ne anladığınız, size özgüdür. Bunların içinde, yukarıda belirttiğim hukukun tüm insanlık için ortak olan özellikleri saklıdır zaten.
Sonuç olarak, medeniyet üzerine kurulmuş olan hukuk sistemi, toplumu geliştirir ve barış içinde yaşatır.
Medeniyetin ne olduğunu ve ne olması gerektiğini de araştıran en temel bilim sosyolojidir.
O halde sosyoloji hukukun temelidir diyebiliriz.
Sosyolojik açıdan toplumların değişmesi, dönüşmesi çok uzun zaman alır.
Toplumu oluşturan bireylerin davranış şekilleri, inançları, kültürleri, geçmişten gelen alışkanlıkları bir anda oluşmadığı gibi, bir canlı organizma gibi hareket eden toplumun da genel anlamda sosyolojik rengi hemen oluşmaz ve kısa sürede değişmez.
Toplumun davranışı bireylerin davranışlarının bileşkesinden oluşur.
Kendini geliştirmeyen, ilerlemeyen, sosyokültürel manada yeni ve doğru şeyler üretemeyen bireylerin oluşturduğu toplumlar, yüzyıllar boyunca aynı kalabilir.
Değişim ve gelişimden maksadımız elbette iyi ve doğru olan yönedir.
İnanç ile ilgili konularda değişimden değil gelişimden söz etmek doğru olacaktır.
İnancının özünü ve ilahi vahyin mesajını bozmadan, günün şartlarına göre kodlayabilen birey ve toplumlar, ileri gittikleri gibi, başka toplumlara da örnek olabilirler.
Bunun bir zaman sınırı var mıdır derseniz, belli değil derim. Talimatla, devrimle veya reformla hızlandırılmaya çalışılsa dahi, insan yetiştirme ve doğru eğitimin olmadığı yerlerde, bunlar aksi tesir de yapabilir.
Sosyolojik ilerleme, doğal bir süreçte ve sağlam temeller üzerinde ne kadar sürerse o kadar zaman alacak şekilde ilerler.
Bireylerin ömürleri olduğu gibi toplumların da vardır.
Ancak, toplum ömrü 80- 90 yıllık bir insan ömrü gibi algılanmamalı.
İnsan doğar yaşar ve ölür. Toplum ise, adeta hücre yeniler gibi yaşar. Onun ölümü ancak kıyamet iledir.
Kıyamete kadar sürecek hayırlı işler yapmak isteyenler, işte bu nedenledir ki topluma faydalı eserler bırakanlardır.
Endüstri devrimlerinin de etkisi ile köyden kente göç olgusu hızla ilerliyor.
Ekonomik kaygılarla daha iyi bir hayat yaşamak için göç edilen kentlerde nüfus hızlı şekilde artmış durumda.
Bu yeni yapı, dışarıdan gelen insanların kentli değil de hala köylü refleksleri ile yaşaması nedeni ile tanımlanabilir halde değil.
Kentli veya şehirli olmak yerine, orayı “ele geçirmiş” ve kendi kuralları ile bir hayat sürmeye çalışan bir yeni toplum biçimi duruyor karşımızda.
Birkaç neslin bu sancılı sürece şahitlik ve aktörlük ettiği bu sosyolojik hareket sonucu oluşan yeni adetleri, örfleri ve alışkanlıkları görmek gerek. Sosyoloji ve sosyologlar bu noktada da Türkiyede seyirci kalmayı tercih etmişler, kendi toplumlarının değişimlerinin sağlıklı olması için çaba harcamak yerine, batıdan aktarma ve sonradan modifiye sağ veya sol bakışlarla kendi ezberlerinde ısrarcı olmuşlardır.
Oysa mesele ne sadece emek sermaye ilişkisi ile, ne de sadece ekonomik tercihlerle açıklanabilirdi.
Sözkonusu olan insandı. O insanın meydana getirdiği toplumdu. Yaşayan bir ruhu, bedeni, duygusu, inancı, kültürü ve alışkanlıkları olan bir canlıdan bahsediyoruz. İşte bu ihmal edildi.
Sen sağcısın, sen solcusun, hatta sen dincisin denilerek gruplama yapıldı. Herkesin taşıdığı etiketin gereğini yapması istendi. Bunun ilk şartı da birbirlerine düşman olmaları idi. Oysa yaşadığı topraklara, devlete, millete ve bayrağa sadakat olmalıydı hepsinin ortak noktası. Nerede sosyoloji bilimi, nerede doktora tezlerini şunun bunun iki tane cümlesini analiz etme üzerine yapmış olan adamlar?
Bugün az da olsa köylü diye bir kavramımız var. Ama kentli veya şehirli diye bir sınıf kalmadı ortalıkta. Köyleşmiş şehirler demeyi çok isterdim ama maalesef o da yok. Çünkü kentlerin içinde, köylerin o temiz havası ve özgünlüğü de bulunmuyor.
Bir Başka oluşum önümüzde duruyor. Ve biz bunu görmemekte ısrar ediyoruz.
Görmek, dönüştürmek, uğraşmak zor geliyor olsa gerek.
Bu yeni fotoğrafın adı kentlerin istilasıdır.
Bu istilanın önüne geçecek tedbirleri almaya yardımcı olacak bir sosyolojik çalışmaya ben rastlamadım. Ya siz?
Toplum olarak geldiğiniz noktada, geçmişiniz ile ruhsal irtibatınızı ne kadar kopartırsanız kopartın, bir gün düşmanlarınız size bunu hatırlatır.
Kopardığınız o ruh, ayrıldığı bedene size hiç sormadan çıkar gelir.
Geçmişi tartışmayalım demiyorum. Geçmiş ne kadar eskiye giderse gitsin, oradan alıp günümüze geldiğinizde, hataları ve doğruları konuşmayalım da demiyorum.
Geçmişe günahıyla sevabıyla sahiplenmemiz gerektiğini ve Türk Müslüman tarihinde bizim başımızı öne eğdirecek hiçbir şey olmadığını söylüyorum.
Biz günümüz nesli olarak, hele de gelecek nesil, mümkünse adeta kültürel künyemizi değiştirip öykündüğümüz yabancı toplumların bir kısmı ve onların sözde uygarlıkları, dünyaya sömürge kavramını hediye etmişlerdir. Maddi ve manevi sömürdükleri memleketlerin bugünkü hallerini görmüyor musunuz?
Sadece kendine demokrasi, sadece kendine özgürlük, sadece kendine insan hakları, sadece kendine ekonomik ve sosyal refah isteyen antik Yunan kırıntılarının bize verebilecekleri hangi insanlık dersleri olabilir?
Ne kadar acıdır ki, bu adamların tarif ettikleri sosyolojik kuramları, komik bir elbise gibi üzerimize giydirmeye çalışmaktan başka bir işe yaramamış en az 150 yıllık sözde sosyoloji serüveni okutuyorlar bize.
Benim ülkemde, benim toplumumda milliyetçiliği de, sosyaliz mi de, muhafazakarlığı da elbette savunanlar olacak.
Ama bu toprağın kokusu ve aşısı ile yeşerirse ve "benim" olursa bir medeniyet taşı olabilir.
Geçmişle farkımız da budur zaten. Çoktandır "ben" olamıyoruz hiçbir konuda.
Bazılarının ben yerine biz demelisiniz dediğini duyar gibiyim şimdi.
Onlara tavsiyem ne anlattığımı yeniden okumalarıdır. Bu nedenle olmayan bir hatayı tashih de edecek değilim.
Toplum olarak benliğimizi oluşturmadan, yamalı bohça gibi inşa olduğumuz takdirde, gün gelir şimdi olduğu gibi, kendi çocuklarımız bize yabancılaşır. Bocalar ve taklit edeceği, ruhunu besleyeceği ardına kadar açık içi zehir dolu kapılar bulurlar.
Ne oldu en sonunda peki?
Vallahi onu Allah bilir. Ama ben tahminimi söyleyeyim. Yukarıda da belirttim, gün gelir, onların kopyası olduğunuz için sizi kendilerinden görmeyen başkalarının gazabına geldiğinizde, inşa edemediğiniz belki de kurtulmak istediğiniz sizi siz yapan o tarih, genetik kodlar, inanç değerleri gelir bedeninizde can bulur.
Bu anlattıklarımı sosyoloji gözlüğü takıp, takıntı yapmadan analiz edecek ustalar arıyorum. Ama sakın! Sakın Le Play veya Durkheim'le lafı başlatanlardan olmasın.
Toplum sosyolojisinin kalıplaşmış ve kodlanmış değerlerini oluşturan temel paradigmalar, bireylerin doğumdan itibaren, özellikle çocukluk çağlarında edindikleri kültür, örf, alışkanlık ve davranış biçimleri ile şekillenir.
Yani, toplumda istikamet çizmek istediğiniz konularda hedef kitleniz, o toplumun 18 yaşına kadar olan çocuklarıdır. Diğerleri için ne yaparsanız yapın, değişim gelişim yüzdeniz son derece sınırlı olacaktır.
Toplumu eğitmek projesi, geleceğe dair kodlar yazmak ise bu kural kesin ve nettir.
Diğer, daha günlük hayata dokunan eğitim, öğretim veya benzer çalışmaları bu işle karıştırmayalım. Çünkü bu tür faaliyetler sosyolojik açıdan bir anlam ifade etmez.
Şunu hiç unutmamak gerekir. En az 50 senelik vizyonu olmayan hiçbir değerlendirme, faaliyet veya toplumsal proje sosyoloji bilimi ile açıklanamaz.
Sosyologlar bu nedenle, aynı zamanda iyi bir tarihçi, edebiyatçı ve hatta siyaset bilimci olmak zorundadır.
Her insan dünyayı, etrafını ve hayata dair olup biteni "kendine özgü" algılar.
Etkin ve iyi iletişimin SIRRI,
bu algıların alfabesini bilmek ve o lisan ile konuşmaktan geçiyor.
Sağlıklı bir toplum, sağlıklı bireylerden oluşur. Toplum sağlığı, beden ve ruh sağlığı yerinde ve iyi olan bireylerin bileşkesidir.
Yalnız sadece bu yetmez. Toplumun sosyolojik tansiyonunu belirleyen en temel unsurlardan biri iletişimdir.
İletişim, birbirinin meramını anlayabilen insanlarda olur. Birinci etken eğitim olmakla beraber, bunun yanında ahlaki ve kültürel kodlar da gereklidir.
Bu üç husus iyi iletişimin eşik seviyesini ne kadar aşarsa, toplum o kadar huzurlu olur. Kavgalar, boşanmalar, şiddet görüntüleri ve daha pek çok negatif görüntüler azalır.
Kendini ifade edemeyen, veya başkalarını anlamaktan uzak insanlar şiddet dili ile konuşarak, ne istediklerini söylemeye çalışırlar. Bu insani bir yol değildir.
Ekonomi denilen alan, toplumların sosyolojisini belirlemek ve dizayn etmek için kullanılan en önemli enstrümandır.
Sosyolojiyi konuşurken, hep birey ve toplum ilişkilerinden bahsederiz değil mi?
Bu ilişkiler toptan o toplumun sosyolojik tanımını verir bize. Kültürü nasıl, inancı nedir, gelenekleri nedir ve asıl bir devlet yapısı içindedirler sorularının cevabı sosyolojinin temel uğraş başlıklarıdır.
Ekonomi ve para dediğimiz şey, tarih boyunca bu başlıklarda çok büyük roller oynadı. Kapitalist, sosyalist, liberal toplum tanımları hep para temellidir.
Paranın kimlerin kontrolünde ve cebinde olacağına bağlı olarak, birey ve toplum gelenekçi veya devrimci olabiliyor.
Emek ve sermaye çatışması yaşayan insanlara siz metafizik kavramlardan bahsedemezsiniz. Bahsetseniz de karşılık bulamazsınız. Hatta tam tersine, sizin maneviyatla veya din ile insanları sermayenin kölesi yapmaya çalıştığınızı söylerler.
Veya ekonomik refah içinde olan bir toplumda, emeğin önemi veya işçilik ve fakirlik kavramı üzerinden yürüyemezsiniz.
Sosyologlar, mensubu oldukları toplumun genetik kodlarını, tarihini, inancını ve alışkanlıklarını biliyor ve kabul ediyorlarsa, ekonominin toplumu etiketleme işlevinde, yapay olmayan, doğal bir süreç işlemesine de yol açabilirler.
Biz Türk ve Müslüman bir ülkeyiz. Bu toplumu Durkheim veya Le Play ile istikamete getirebileceğini sananlar yanıldı. Onları modifiye edip, çıkma lastik gibi bu arabaya takacaklarına, mensubu oldukları millete özgü sosyolojik tanımlar bulmalı ve toplumu yönlendirmeliydiler.
Aksi durumda, günümüzde olduğu gibi, dar kapsamda akademik makale, seminer, ders ve söyleşilerin içine sıkışmış yüzlerce sonuçsuz sosyoloji faaliyetlerini çekmeye devam edeceğiz demektir.
Sokrates'i düşünüyorum bazen. Antik Yunan çağının, kadını ve emek üreten kesimlerini insan yerine koymayan, sadece kendisine demokrasi uygulayan hakim kesimlerine " erdemli insan " olun çağrısı yapıp duruyordu.
Kimse kaale almıyor, deli muamelesi yapıyor ve dalga geçiyorlardı. Ne zaman ki yeni yetişen gençler deli dedikleri bu adamın etrafında toplanmaya başladılar, işte o zaman Sokrat'ı bekletmeden yargılayıp idama mahkum ettiler.
Geride yazılı tek kağıt bırakmayan bu adam, sözlerini tek tek not eden takipçisi Platon tarafından Sokrat'ın Savunması kitabı ile gelecek nesillere aktarıldı.
Bunları niye anlattım?
Ahlak, erdem, sorgulanabilen bir hayat yaşamak sadece günümüz insanlarının talebi değil. Milattan önceye kadar uzanan o uzun geçmişte, insanlık kendi yaratılış kodlarını inkar eden ne kadar sistem, düzen varsa hepsi ile mücadele edegelmiştir.
Eşit haklar, saygı görmek, ehliyet, liyakat, kadınlara saygı, çevreye duyarlılık, çocuk hakları, özgürlük gibi kavramları demokrasi, cumhuriyet, meşrutiyet gibi etiketlerle talep etmiştir.
Bu nedenle, evrensel ve insani olan bu isteklerin özüne odaklanılmalı, siyasi ideolojilerin demir çerçeve içine hapsettikleri paradigmalar içinde kaybolup gitmelerine müsade edilmemelidir.
Dinimiz İslam, bize insan, hayvan ve bitki haklarını en ince duyguyla gözetmemizi emreder.
İnsanlara haksızlık yapılmamasını, ahlaklı ve erdemli bir hayat sürülmesini, emeğe önem verilmesini, ehliyet ve liyakatin kişinin inancına kurban edilemeyeceğini ikaz eder.
Bu açıdan yaptığım değerlendirmede, tüm zamanların toplumlarının İslam'ı aradıklarını görüyorum. Kimisi sosyalist, kimisi sağcı, kimisi bilmem ne de olsa aradıkları İslam' dır.
İslam' ı bulanların, onu arayanlara karşı ağır sorumlulukları da buradan gelmektedir.
Küçük yaşlarımdan beridir, gördüğüm birçok düğünde, açılışta önce bir batı müziği çalınır, insanlar batı tarzı dans'a kalkar.
Daha sonra bu seramoni tamamlanıp adeta bir şart yerine getirildikten sonra bize özgü müzik veya kutlama işlemine geçilir, millet de yeniden nefes almış olur.
Bu nasıl bir sosyolojik değişimdir? İnsanlar neden ve nasıl ihtiyaç duyarlar iki farklı kültür ile program yapmaya?
Bunun da sosyal psikoloji açısından irdelenmesi ve bu aşamaya nasıl geldik sorusunun cevaplanması gerekir.
Sosyoloji ve felsefe anlamında tarihte ilk söylemleri okuduğumuz Sokrates ve Konfiçyus'u örnek vereceğim.
MÖ 470 yılında doğan Sokrat ile MÖ 551 yılında doğan Konfiçyüs'ü yaşadıkları yıllar açısından aynı dönemin insanları olarak kabul edebiliriz.
Lakin biri dünyanın batısında, diğeri doğusundaydı.
Her iki kesimin toplumlarında bilgi, ahlak ve erdem anlayışı açısından hem Sokrat hem de Konfiçyus aynı şeyleri söylediler.
Temelde insanın yaratılıştan iyi olduğuna, bu iyiliğin bilgili olmakla korunabileceğine, kötülüğün bilgisizlikten ileri geldiğine, ahlak ve erdeme bilgi ile ulaşılabileceğine vurgu yaptılar.
Tespit ve önerilerinde doğru ve noksan tarafların olduğunu bir kenarda tutarak, dünya toplumlarına iyiliği öğütleyen insanların hem batıdan hem doğudan geldiğini görüyoruz.
Yani bilgi, erdem, ahlak ve iyilik sadece doğuya veya sadece batıya ait hususlar değildir. Bu konuda birbirlerini yargılayabilecekleri tek husus, tarih içinde bu bilgi, erdem ve ahlakı ne derece taşıdıkları, o değerlere ne derece sahip çıktıkları konusu olmalıdır.
Bilgisi arttıkça erdemi artan, insan ahlakını ortaya çıkaran toplumlar kimlerdir?
Veya tam tersine, bilgiye ulaşıp, güçlenip, insanlık erdemlerinden uzaklaşan, hatta yüzyıllar öncesi ile aynı düzeyde kalan toplumlar var mıdır, kimlerdir?
Bu toplumların varlığı veya yokluğu günümüz sosyologlarının, tarihçilerle sırt sırta vererek ortaya çıkarmaları gereken konulardır.
Bu konuların içindeki sorulara bulunacak cevaplar, Sokrat veya Konfiçyus ve takipçilerinin iddialarının da kanıta dayalı gerçekliğini veya yanlışlığını ortaya koyacaktır.
Bir doktora tezi dahi olsa, bu konuda bir çalışma okumayı isterdim.
İnsanlar, yaşadıkları toplumun taşıdığı ekonomik ve kültürel değerlerin tam da ortasına doğarlar. Azı müstesna, çoğu içinde bulundukları toplum şartlarına göre, kapital veya paraya değer veren, veya emek odaklı ve işçilik üzerine kurulu değerleri önceler.
Toplum içinde zamanla, bir kesimin çok rahat şartlar içinde yaşadıkları, diğer kesimlerin daha sınırlı imkanlar içinde oldukları gerçekleri ile yüzleştikçe, önce gücü eline geçirip kendisi de rahat etmek ister. Eğer kazanırsa, toplumun belirli zengin kısmında yerini alır. Yok, başaramazsa, ona küfretmeye, kızmaya, mücadele etmeye başlar. Nefretle beslenen bu mücadele alanı, süreç içinde oranize bir toplum kesimi haline dönüşerek, pastadan pay alma konusundaki kavgada, dezavantajlı konumdakilerin ideolojilerini oluştururlar.
Aslında herkes zengin olsa, herkes herşeye ulaşabilse bu kavga da olmayacak, emek sermaye çatışması denen şey, el sıkışması ile bitecekti.
Ama böyle olmuyor. Çok çeşitli nedenlerden ötürü birileri daha az, birileri daha çok kazanıyor.
Ve daha az kazananlar, tüm suçu sistemsel bir ideoloji olarak tanımladıkları kapitalizm canavarının üstüne atarak, bunun karşısında kutsal şovalye olarak sosyalizmi görüyorlar.
Kavga bunun üstünde dönüyor.
Sosyolojik tahlil yapmayı, bir çok konuda olduğu gibi tarihi kişiliklere söyletiyoruz. Onların kendi çağlarında, geçmişi ve anı okuma biçimleri ile şekillendirdikleri kuramlarını, görüşlerini, orasından burasından çekiştirerek günümüze açıklık getirebildiğimizi sanıyoruz.
Oysa çok yanılıyoruz.
Hayat dinamik bir süreçtir. Değişimler anlık oluyor. Bazen toplumu çok çabuk ve derinden etkiliyor.
Artık teknoloji ve iletişim çok ilerledi. Son 50 yılın bu alandaki sürecini okumak demek, geçmiş bin yılın tüm dinamizmine eşittir.
İbn Haldun'u özellikle sosyoloji ile uğraşanlar çok iyi bilirler. Veya ben öyle zannediyorum. Bazen emin olamıyorum. Çünkü, Mukaddime eseri başta olmak üzere, İbn Haldundan alıntılar yaparak, çerçeveletilmiş sözleri, tezlerine başlık yapanlardan hiç kimseyi, onun fikirlerinden yola çıkarak sosyolojik bir düzen önermesi yaparken görmedim.
Adeta ölü latin dil'i gibi, İbn-i Haldunun görüşleri bilinir, okutulur, alıntılar yapılır ama uygulanmaz. Nedeni nedir, neden pratiğe dökülmesi önerilmiş bir tezi yoktur, araştırılması lazım gelir.
İbn-i Haldun, geçiştirilecek, hafife alınacak, veya fikirleri rafta duracak bir düşünür değildir kanaatimce. Günümüz sosyologları, felsefecileri ve tarihcileri bu konuda kendi noksanlarını gözden geçirmeli, varsa yanlışları düzeltmelidirler.
Augus Comte, Le Play veya Durkheim'den koca bir topluma nizam önerebilen, onların izinden giden Ziya Gökalp, Pens Sabahattin, Hilmi Ziya Ülken, Niyazi Berkes ve benzer bilim adamlarının tek paragrafı üzerine uzun saatler analiz söyleşileri düzenleyenlerin de bu konuda, özgün ve yeni düşünceler geliştirmeleri gerektiğini düşünüyorum.
Biz Türk Milletiyiz.
Bizi Fransız, İngiliz veya Alman ekolleri ile tanımlamaya çalışmak, modifiye edilmiş fikirler ile, tanımlamalara kalkışmak ilim midir bilemiyorum.
Diğer taraftan, Cemil Meriç gibi kültür, din ve tarih anlayışımıza uygun fikirler üretme peşinde olan, samimi gayretler sunmuş, batı taklitçilerine sert eleştiriler geliştirmiş aydınlarımız da, milletimizin sosyolojik rengini verecek, ayakları yere basan tezler ortaya koyamamışlardır.
Haklı eleştirilerden öteye gidemeyen yazılı ve sözlü çalışmaları, kısmen yeni nesile örnek ve rehber olmak niteliğindedir.
Fakirlik veya zenginlik ekonomik birer kavram mı, yoksa sosyolojik bir olgu mu?
Her ikisi de sonuçları açısından sosyolojinin ana konularıdır.
Toplumda oluşan değer yargılarından, toplumu oluşturan kesimlerin ne anladıkları hususu hep değişken olmuştur.
Örneğin, din buna örnektir. Zenginin dini ile fakirin dini etiketlerini hiç duydunuz mu?
Veya sabır hasletinin fakir için ne, zengin için ne anlam ifade ettiğini düşündünüz mü?
Toplumda bireyler ve kesimler arası ilişkileri para endeksli reflekslerin çok etkilediğini itiraf etmeyi düşündünüz mü?
Komunistlerin, işçi sınıfını kutsayan, sermaye sahiplerini şeytanlaştıran yaklaşımlarını ne ile açıklarsınız?
Liberal takılanların, ekonomi de dahil olmak üzere, kültürel ve sosyal hayatta işi oluruna bırakan yaklaşımları ne derece adildir?
Bu sorulara herkes kendi inançları ve kültürü doğrultusunda cevaplar verebilir.
Bu verilen cevapların doğruluğunu ölçecek yaşanmışlıklarla dolu pratikleri onlarca yılın tecrübesini önümüze koyması gereken alandır sosyoloji.
Yapıyor mu bunu? Hayır.
Çünkü sağın, solun veya liberallerin kendilerine göre sosyolojileri var.
Küresel sosyolojinin içinde kendine gösterilen yeri arayan değil, kendinin farkına varıp sosyolojisini inşa eden ve yer aramak yerine bulunduğu yeri tahkim eden; vatan, millet, devlet ve bayrak birlikteliğini nesiller boyu sağlayan toplum için gerekli sosyolojik iklimdir bize lazım olan. Özgün ve Milli sosyologlarımız yapacaklar bunu.
Onların yetişmesi dileği ile.
Bu makale 3.12.2024 02:39:08 tarihinde eklenmiş ve toplam
kere okunmuştur.
2025© Bu sitenin tüm hakları saklıdır.