İstanbul Sözleşmesine  Karşı Ankara Sözleşmesi




 

2011 yılından beri ülke gündemimizi işgal eden, şu veya bu şekilde hakkında söylenmedik söz kalmayan, kamuoyunda İstanbul Sözleşmesi diye bilinen, “ Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev içi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” yürürlükten kalkmış olsa dahi, onun ruhunu ve yaptırımlarını taşıyan 6284 sayılı kanun halen yürürlükte bulunuyor.

İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kanun esasen birbirinin aynı görüş ve yaptırımları savunması bakımından, herhangi bir yerde bunlardan birinin adını geçirmek, diğerini de kastetmek anlamına geliyor aslında.

Hukukçular, hukukun soğuk ve salim akıl kalıpları ile doldurulması gereken bir alan olduğunu söylerler. Hukukta, ortaya konulan herhangi bir yasa, adil ve uygulanabilir olmak zorundadır. Aksi takdirde, tek taraflı, duygusal ve refleks kararlarla insanların cezalandırılmasından başka bir işe yaramaz. Hukuku güvenilir kılan tarafsızlık ilkesidir.

Bu kısa hukuki bakış ile İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasayı değerlendirmeye başlayabiliriz.

İstanbul sözleşmesinin aleyhinde görüş belirtenlere uygulanan önyargıların bu yazımızdaki argümanlara yapılmamasını temenni ediyorum. Çünkü bu sözleşmeyi, yukarıda belirttiğim gibi, duygusal çıkışlarla veya taraftar aidiyeti ile değil, gayet sakin ve akli değerlendirmelerle analiz etmeye çalışacağım.

Türkçesini onlarca kez, İngilizcesini 5-6 defa okuduğum, analiz etmeye çalıştığım bu sözleşmenin metnini uzun olmasından dolayı buraya almadım. 

Değerlendirmelere geçmeden önce, kamuoyunda bu mevzularla ilgili çokça dile getirilen, direkt veya dolaylı olarak İstanbul Sözleşmesi ile ilişkilendirilen bazı kavramları kısa tarihçeleri ile vermekte fayda var.

Feminizm (dişilcilik), herkesin duyduğu, kamuoyunda erkeklere karşı nefreti de çağrıştıran değişik, enteresan bir düşünce. 

Amerikalı Alice Paul 1913’de cinsiyet ayrımcılığının ilk örneği olan Kadın Partisini kurmuş. 

Bizde Kurtuluş Savaşının zorlu etkileri hala devam ederken, 1923 yılında Nezihe Muhiddin önderliğinde Kadınlar Halk Fırkası kurulmuş, ama TBMM tarafından cinsel ayrımcılık yaptıkları gerekçesiyle faaliyetlerine izin verilmemiş. 1 yıl sonra 1924’de yine Nezihe Muhiddin tarafından Türk Kadınlar Birliği Derneği olarak tekrar sahneye çıkmış. Derneğin yasadışı miting ve benzer eylemleri nedeni ile Nezihe Hanım başından uzaklaştırılmış. 1935 yılında da dernek fes olunmuş.

 

Tarih boyunca, insanın kadın ve erkek olarak iki cins yaratılışına karşı çıkan, kendisini farklı konumlandıran kişi veya guruplar hep olmuştur.

Sorun bunların var oluşlarında değil. Bunlar, bu görüşleri ile toplumda tıpkı kadın gibi, tıpkı erkek gibi bir meşru tanım ve statü elde etmek istemektedirler. Kadın ve erkekten oluşan aile yapısını, “aile” kaygısı duymadan değiştirmeye çalışmaktadırlar. Tırnak içinde yazdığım ailenin anlamı, doğal yaratılışa ters düşmeyen iki cinsiyetten oluşan, kız ve/veya erkek çocuklar ile bütünleşen yapıdır.

Bu yapıyı reddeden ve aile kaygısı gütmeden, aynı çatı altında, aynı ortamı paylaşan bireyler olarak tanımlanan bir anlayış var önümüzde. Bu burada şimdilik dursun.

Bu anlayışa göre, erkeğin fiziki olarak kadından daha güçlü olması, ister aile bağı ile olsun, isterse nikâhsız birlikte aynı çatı altındaki yaşantılarda olsun, onu potansiyel zarar verici kılıyor.

Yine bu anlayışa göre, erkek, kadın, transexüel, eşcinsel vs. gibi bireyler, aile ve nikâh bağı ve sorumluluğu olmadan bir arada veya birlikte yaşayabiliyorlar.

Dünya toplumlarının kendi kültür, örf ve uygulamalarının neticesinde, kadınlara “birey, eş, arkadaş, partner, evlat” sıfatları ile yapılan şiddetlerin elbette kabul edilebilir hiçbir yönü yoktur. Güçlünün güçsüzü ezdiği hiçbir anlayışın doğru olduğu söylenemez.

Lakin süreç içinde güçlüye karşı güçsüzü korumaya çalışırken, “kadın” kimliği cımbızlanmış ve yapılan şiddetler, güçlünün güçsüze zulmünden çıkarılıp, sanki kategorik olarak kadınlara karşı şiddet üreten ve hedefi sadece kadın olan bir terör örgütü ve onun erkek üyeleri varmış gibi algıya dönüştürülmüştür.

LGBT sınıfına giren insanlar da, kadına karşı olarak sunulan bu şiddetten kendilerinin de korunmasını, aynen kadın gibi meşru bir statü verilerek “haksızlığa” uğramamayı talep ediyorlar.

İşte olayın birbirine karıştığı nokta da buradan itibaren başlıyor.

Bu sefer, dünyada kadın hakları için mücadele ettiğini söyleyen ne kadar oluşum varsa, bu bireyler de aynı takımın birer parçası haline geliyorlar.

Tüm bunlar olup biterken aile mefhumu çoktan yok sayılıyor. Aile içinde kadın koca ilişkileri ve birbirine karşı sorumlulukları yerini, aynı dairede yaşayan özgür bireylerin haklarına bırakıyor.

Şimdi gelelim İstanbul Sözleşmesi ve onun sürecine. Kadınları erkeklere karşı korumayı birinci amaç edinen bu sözleşme, otomatik olarak LGBT oluşumlarının kendilerini ifade imkânı buldukları, meşrulaştırmaya çalıştıkları verimli bir alan olma özelliğini taşıyor.

Zehirli Erkeklik, Toplumsal Cinsiyet ve Cinsel Yönelim teorilerinin ruhları bu anlamda, 2011 yılında İstanbul Sözleşmesine işlenerek önümüze sinsice konmuştur. 

Bunu ifade ettiğimizde, bazıları ilgili sözleşmenin neresinde bu kavramların geçtiğini sormaktadır. Elbette geçmeyecektir. Direkt olarak ifade edilmiş olsa kimlerden nasıl destek alacaklardır? Bu hastalıklı kavramların içerikleri ve almak istedikleri neticeleri “Kadın Hakları” başlığı altında işlemek ve toplumun şuuruna yerleştirmek daha akıllıca ve sonuç alıcıdır.

Görünürde kadını koruyan ve kadına karşı şiddeti reddeden şekilsel cümlelerin ardında, bu 3 mikrobik düşüncenin motivasyonu vardır.

Aşağıdaki tespitleri tarafsız ve soğukkanlı şekilde değerlendiren herkes, yapılmak istenen tahribatı çok daha iyi kabul edecektir.

İstanbul Sözleşmesinin Türkçeye çevirisinde bilerek veya bilmeyerek hatalar yapılmıştır. Orijinalinde hiç de öyle bir ifade olmamasına rağmen, birlikte yaşayan kadın, erkek ve/veya başka cinsel yönelimlere sahip insanlar “aile” tanımının içine konulmuşlardır. Oysa bu sözleşmeyi hazırlayan mantık için, insanların birlikte yaşamaları ve aynı çatıyı paylaşmaları için aile olmaları şart değildir. Böyle bir dertleri ve kasıtları da yoktur. Ama Türkçe çevriye “aile” mefhumu monte edilerek, daha baştan kurumsal olarak hedef tahtasına oturtulmuştur.

İstanbul Sözleşmesinde Aile Hukukunun tanındığına dair en küçük bir ibare dahi yoktur. Zira Avrupa Konseyi de Kasım 2018'de yayımladığı basın bildirisinde sözleşmede aile tanımının yapılmadığına ve bu konuda herhangi bir özendirme/yönlendirme de bulunmadığına dikkat çekmiştir.

İstanbul Sözleşmesinin uygulamada “ateş gücü” olarak kullanılan 6284 sayılı yasa, tamamen bu sakat felsefenin eseri olarak erkeği “potansiyel suçlu” olarak görmekte, kadının beyanını tek taraflı olarak “makbul” kabul etmektedir. Bu mevzu dillendirilince, yasada sadece kadının değil, aile içinde şiddet gören herkesin aynı haklara sahip olduğu söylenmektedir. Uygulama örnekleri hiç de öyle değildir.

Bu sözleşmenin resmi adı, Kadına Yönelik Şiddet ve Aile (doğru bir çeviri değil) içi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesidir. Daha isimde başlayan “ cinsiyet anlamında bölücülük” toplumu kamplaştırmakta, aile içine huzursuzluk salmaktadır. 

Sözleşmenin giriş kısmının 8.paragrafında, imzacı devletlerin kadına karşı ve ev içi şiddetin her türünü kınamalarını öngörmektedir. Peki sormak gerekir, çocuğa, yaşlıya, engelliye, can taşıyan herkese ve ebetteki kadına karşı şiddeti ayrım yapmadan kınamak daha doğru değil midir?

Sözleşmenin giriş kısmının 10.paragrafında imzacı devletlerin, kadına karşı şiddetin, kadınlarla erkekler arasında tarihten gelen eşit olmayan güç ilişkilerinin bir sonucu olduğu, erkeklerin kadınlara karşı ayrımcılık yapmalarına sebep olduğu bilincinde olarak davranacakları ifade edilmiştir. Tam bir feminizm ifadesi olan ve dünyadaki bütün erkekleri suçlayan bu cümlelerin insan hakları ile ne ilgisi vardır?

Sözleşmede kız, kadın ve çocuk kelimeleri mağdur özne, erkek ise daima saldırgan özne olarak lanse edilmiştir. Oysa erkeğin yaradılış özelliği kadını yok etmek üzerine değil, onu koruyup gözetmek üzerine kurgulanmıştır.

Sözleşmenin, sözleşme maksatları başlıklı maddesinde, “kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak” deyimleri vardır. Bu bakış, şiddeti sadece erkeğin ürettiği şeklinde yanlış bir ön kabule dayanan, hukuk normundan uzak bir yaklaşımdır.

Sözleşmenin 12/1 maddesinde, imzacı devletlerin, kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı önyargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla, kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacakları belirtilmektedir. Türk örf ve adetleri ile aile mahremiyetini tehdit eden bu düşünce sözleşmede yer bulabilmiştir.

Detayında yukarıdakilere benzer sakat birçok ibare bulunan bu sözleşme ve onun yasasının, toplumun genelinin kabul etmeyeceği ne kadar sapkın grup, düşünce ve felsefe varsa, bunları sürece yayarak ve meşrulaştırarak, ortamda sisli bulanık bir hava oluşturmak suretiyle yol almaya çalıştığı dikkatlerden kaçmamaktadır.

Bu nedenle bugün bir kısım insanlar İstanbul Sözleşmesi için “ ne var bunda, kadına karşı şiddete dur diyor, siz niye karşı çıkıyorsunuz?” derlerken bu konuyu atladıkları anlaşılmaktadır.

Aileye ve Kadına iyi geleceği iddia edilen bu sözleşme yürürlüğe girdikten sonra 2012 yılında evlenme sayısı 603.751 iken, 2019 yılında artan nüfusa rağmen 541.424 olmuştur. Boşanma sayısı 2012’de 123.325 iken 2019 yılında 155.047’ye yükselmiştir. İstanbul Sözleşmesi süresince evlenmeler düzenli olarak azalmış, boşanmalar ise artmıştır.

Cinayete kurban giden kadın sayısı, 2011 yılında 121, 2012’de 210, 2013’de 237, 2014’de 294, 2015’de 303, 2016’da 328, 2017’de 409, 2018’de 440 olmuştur.

Şiddet ve cinayetler toplumun her kesiminin ortak sorundur. Şiddete meyilli olan insanlar için yapılması gereken işlemler, alınması gereken tedbirler vardır. Bu konuda gevşek olan ne kadar idari ve hukuki uygulama varsa derhal giderilmelidir.

2018 yılında Türkiye’de işlenen kasten cinayet sayısı 3.679’dur.

Öldürülen erkek sayısı 3.398, kadın sayısı 281’dir. Buradan kategorik bir şiddet başlığı çıkarılsa ne söylenecektir?

Bu veri bize, insanlık suçu olan şiddet ve cinayetlerin nasıl ciddi ve bütüncül bir sorun olduğunu, bu sorunun kadın veya erkek şeklinde başlıklara ayrılarak özel bir alana hapsedilemeyeceğini göstermektedir.

Net Önerim şudur:

Gelin toplumumuzda kadınlar, çocuklar, yaşlılar, engelliler başta olmak üzere şiddet gören, kötü muameleye maruz kalan, zulme uğrayan kim varsa hep beraber üstüne gidelim.

Şiddeti yapan zalimlere karşı adli ve idari yaptırımları yeniden masaya yatıralım. Devlet, şiddeti uygulayana öyle bir ceza vermelidir ki, şiddete meyilli olan hiç kimse aklının ucundan dahi geçirmemelidir.

Bir aile içinde eşine şiddet gösteren, zulmeden ve hatta katleden bir caniye devletin engel olması için İstanbul Sözleşmesine neden gerek duyulmaktadır? Devletin vatandaşın can güvenliğini sağlamak için uluslararası metinlerin sopalarına ihtiyacı yoktur. Biz kadınımıza kendi mevzuatımızla sahip çıkamıyor, yabancı ülke masalarında hazırlanmış mevzuatlarla harekete geçebiliyorsak vay halimize o zaman! 

Şunu yapanlara hep birlikte dur diyelim:

Kadınlara kötü davranan, şiddet uygulayan, cinayet işleyen zalimleri İslam ile Müslümanlar ile yan yana getiren, bu fiilleri sanki İslam’ın emriymiş gibi lanse edip iftira atan feminizm ve başkaca fikirler sahibi kimselerin propagandalarına kanmayalım.

Biz Müslüman insanlar olarak, kadına en üstün değerin verilmiş olduğu, cennetin onların ayaklarına serildiği bir dinin mensuplarıyız.

Bizim Peygamberimizin hayatında, kadına karşı en küçük bir aşağılama olmadığı gibi, tam tersine onlara karşı büyük bir saygı vardır.

Bizim inancımızda kadın asla incitilmeyecek özel bir konumdadır. Durum böyle iken, kadına şiddet uygulayan ve hatta canına kastedenlerin Müslümanlık ile etiketlenmesini nasıl izah etmek gerekir?

Şiddetin nedeni olarak İslam’ı ve Müslümanları gösterenler, yeryüzünde ayrımcılığı ve fesatçılığı yapanların ta kendileridir.

Kadına şiddet uygulayanların, bu fiillerinin İslam’la Müslümanlıkla ne alakası vardır?

Kadın hakları kisvesi altında, inançlı toplumlara sinsice enjekte edilmeye çalışılan sapkın fikir ve gruplara karşı hep birlikte uyanık olmak gereklidir. Kaldı ki, insana ve insanın can emniyetine karşı saygı, ister inanç sahibi, ister inançsız olsun her insanın fıtri özelliği olmalıdır.

İptal edilen İstanbul Sözleşmesinin ardından, onun eseri olan 6284 sayılı kanun da iptal edilmelidir.

İstanbul sözleşmesini orijinal metninde olduğu gibi, “aile” kurumunu hiç karıştırmadan, aile dışında ilişkileri yaşayanların birbirlerine eziyet etmelerinin önüne geçmek için oluşturulmuş bir metin olarak anlamlı bulabilirim.

Ama aile içinde karı-koca arasındaki hukuka, sevgiye ve saygıya el uzatmasınlar. Kendi dünyalarının bir ürünü olarak bu sözleşmeyi ve onun kuyruğu olan maddeyi sonuna kadar yaşasınlar.

Kadın ile ilgili her mevzunun tartışıldığı yoğun ulusal çalıştayların ardından,  Türk Milletinin bütün dünyaya bir manifestosu niteliğinde ANKARA SÖZLEŞMESİ’ni inşa edelim. Hiçbir sapkın grup ve düşüncenin, kadınlar üzerinden kendisine meşruiyet alanı oluşturmasına izin vermeyelim.


İlgili Etiketler

İlgili etiket bulunamamıştır.


Bu makale 9.8.2024 12:30:11 tarihinde eklenmiş ve toplam kere okunmuştur.