Tüm Dünyada tıp eğitiminin zorlu ve uzun bir süreç olduğu kabul görmüş bir gerçekliktir. Ülkemizde ise dünya ile benzer şekilde 6 yıllık eğitim sonrası doktor olunabilmekte ve Sağlık Bakanlığı tarafından bu yeni doktorlar zorunlu hizmet (Devlet Hizmet Yükümlülüğü) ile atanmaktadırlar. Tıp eğitiminin ilk 3 yılı temel, sonraki iki yılı stajyerlik dönemi olarak geçmektedir. Son sene ise intörn doktor olarak hastanede genellikle sınav olmaksızın çalışılmaktadır.
Stajyer doktorluk dönemi, kliniklerde vizitlere katılma ve ders görme şeklinde geçmektedir. Çoğunlukla poliklinik hizmetlerine katılım olmamaktadır. Bu dönemde bırakın hocaların muayenesine dahil olmayı, asistan hekimlerin dahi hasta muayenesinde bulunulmamaktadır. Dolayısıyla bu dönemde hastaya yaklaşımı öğrenilmemektedir.
İntörnlük döneminde ise hekim adayları hastanede bilfiil çalışmaktadır. Genellikle sınav yapılmamakta ve asgari ücret verilmektedir. Bu dönem aslında pratisyen hekimliğe ilk adım olarak görülse de çoğunlukla intörn doktorlar, üniversite hastanelerinin yardımcı sağlık personeli ihtiyaçları için kullanılmaktadır. Her ne kadar sınav olmasa da bu süreç aynı zamanda Tıpta Uzmanlık Sınavına hazırlanma sürecini oluşturmaktadır. Uzmanlık sınavına yoğunlaşan intörn doktorlar pratik uygulamaları ikincil iş olarak görebilmektedirler. Bu durum intörnlük döneminin klinik yaklaşım anlamında verimsiz geçmesine neden olmaktadır. Diğer yandan intörnlük döneminde genellikle çocuk hastalıkları, iç hastalıkları, halk sağlığı, acil tıp, kadın hastalıkları ve doğum ve genel cerrahi bölümlerinde pratik yapılmaktadır. Ana branşların bu listede bulunması kulağa hoş gelse de işin içine girildiğinde işlerin istendiği gibi gitmediği görülmektedir. Branşların ileri derecede yan dallara ayrılması ve intörnlük eğitiminin yan dallarda gerçekleşmesi istenilen verimin alınmadığını göstermektedir. Örneğin; bir intörn doktor iç hastalıklarının 2 aylık döneminde bir ay romatoloji ve bir ay endokrinoloji kliniklerinde bulunmuş ise bu iki kliniğin hasta yaklaşımını öğrenmekte ancak gastroenteroloji, hematoloji gibi sahada kendisine en çok yarayacak olan acil dahiliye kısmından mahrum kalabilmektedir. Yine aynı şekilde çocuk hastalıkları kliniğinde 2 aylık dönemin bir ayını çocuk immünoloji alerjide, diğer ayını ise çocuk hematolojide geçirmiş ise pratikte en çok karşılaşacağı süt çocuğu ve yeni doğan hastalıklarına yaklaşımı öğrenemeden mezun olmuş olacaktır. Halk sağlığı bölümünde intörn hekimlerin toplumsal bakışı ve sisteme tümden gelim şeklinde yaklaşımı öğrenmeleri sağlanmaktadır. Ancak bireysel bakış açısını öncelikleyen Aile hekimliği, 15 yıldan fazla bir süredir ülkemizde uygulanmakta olup toplu bakış açısına sahip sağlık ocağı dönemi kapanmıştır. İntörnlük eğitiminin programları incelendiğinde Tıp Fakültelerinin yönetimlerinin sistemin değişmesine göre kendilerini yenilemedikleri fark edilmektedir. Tıp Fakültesi yönetimleri aile hekimliği konusunda bilgilendirilmeli, intörnlük eğitimine aile hekimliği dahil edilmelidir (mezuniyet sonrası doktorların bir kısmı aile hekimliğine geçmektedir). Halk sağlığının yanı sıra aile hekimliği bakış açısını da tüm hekimler kazanmalıdırlar.
İdeal tıp eğitimini konuşurken henüz sistemleri oturmamış yeni açılan tıp fakülteleri ve özel vakıf üniversite tıp fakültelerinin eğitim durumu ayrı bir sorun oluşturmaktadır. Yeni açılan tıp fakültelerinin temel bilimlerinin oturmamış olması ve bu bölümlerde ders anlatacak akademisyen sayılarının azlığı önemli bir sorun olarak önümüzde durmaktadır. Yurtdışı örneklerinde olduğu gibi yakın illerdeki tıp fakültelerinin temel bilimlerinin birlikte okutulması bu sorunun önüne geçebilir. Özel vakıf üniversite hastaneleri, eğitimlerinin reklamlarını yapsalar da sahada hastaya enjeksiyon yapmadan mezun olmuş doktorları görmekteyiz. Biz bu doktorlardan yeri geldiğinde acilde entübasyon yapmasını ve CPR uygulamasını beklemekteyiz.
Mezun olan bir hekim, Bakanlık tarafından mecburi hizmete (Devlet Hizmet Yükümlülüğü) gönderilmektedir. İl ve ilçe sağlık müdürlüğüne atanan doktorlar ilk etapta hasta ile karşılaşmasa da devlet hastanelerine atanan doktorlar, direkt hasta ile karşılaşmakta ve nöbet sistemine dahil olmaktadır. Özellikle uzman hekimin olmadığı ve tek doktorun nöbete kaldığı küçük-orta ilçe devlet hastanelerinde çiçeği burnunda doktorların nöbette her türlü acil hasta ile karşılaşması kaçınılmazdır. Bu durumda, deyim yerinde ise yüzme bilmeyen birinin denize atılmasından farksız bir durum ortaya çıkmaktadır. Acil servisi yönetmek ayrı bir kazanım ister. Yeni mezun bir doktorun acil serviste tek başına çalıştığı bir ortam düşünüldüğünde birkaç senaryo göz önüne gelebilir. Hekimlerin acil durumların ayırıcı tanısının tam olarak öğrenilmemiş olması ve acil durumlara ilk yaklaşımların yetersiz olması gibi olumsuzluklarla karşılaşılabilir. Diğer yandan hekimlerin kendilerini korumak için aşırı laboratuvar ve görüntüleme tetkiklerine başvurmaları acil servislerin yoğunlaşmasına ve çalışamaz hale gelmesine de neden olabilmektedir. Bu durumda uygulanacak yanlış bir uygulamanın getireceği sonuçların hem hasta tarafında hem hekim tarafında açacağı yara büyük olacaktır. Örneğin kusma ile gelen bir hastanın kalp krizi durumunun atlanması sonucu hastanın kaybının telafisini kim üstlenecek? Epilepsi krizinde gelen bir çocuğa müdahaleden kaçınılarak sevk edilmesi sonucu epilepsi krizinin uzun sürmesi ile oluşacak sonucu nasıl değerlendirmeliyiz? Bu örnekler artırılabilir. Acilde ortam yönetimi açısından bakıldığında; hastalar ve yakınları ile iletişimin doğru kurulması önemlidir. Doktorun düşündüğünü doğru bir şekilde hastanın hastalığına saygı çerçevesinde hasta ve yakınlarına aktarması ve acil servis ortamında kısa bir zaman dilimi içerisinde bunu izah etmesi gerekmektedir. Bu da belirli bir tecrübe ile kazanılmaktadır. Sağlıkta şiddet olayları ve malpraktis davalarına bakıldığında bu durumun temelde iletişim kazalarından kaynaklandığı görülmektedir. Diğer yandan ülkenin en zeki beyinleri olan doktorların tam olgunlaşması sağlanmadan yetki ve sorumlulukları birden bire oluşturularak ondan tam hekimlik yapılması istenmektedir. Olumsuz bir durumda ise zorluklarla yetişmiş olan hekim, hekimliğinin başında meslekten soğumakta ve çıkışı hasta ile irtibatı olmayan bölümlerde ihtisas yapmakta görmektedir.
Sağlık sisteminin tıp eğitiminden bağımsız kurgulanması düşünülemez. Tıp eğitiminin bitiminde mecburi hizmet ataması ile görevlendirilen hekimlerin sahada bu şekilde göreve başlamaları, yuvasından atılan kuş misali çırpınmaları hekimliğin inceliklerini öğrenene veya uzmanlık sınavını kazanana kadar devam etmektedir. Bu dönemde gelişebilecek olumsuzlukların önüne geçmek için sistem olarak düzenleme yapılması kaçınılmazdır. Mezun olan bir hekimin atanmasından önce, altı ay acil uzmanının yanında altı ay aile hekimliği uzmanının yanında çalışmasının sağlanması ve bu sürecin sonrasında atamasının yapılması bu dönemdeki eksikliklerini tamamlamasına yardımcı olacaktır. Acil uzmanının yanında hastaya kesitsel bakıyı; hastanın acil olup olmadığını (triyaj), acil ise ilk müdahalenin nasıl yapılacağını ve ortam yönetiminin nasıl yapılması gerektiğini öğrenir. Aile hekimliği uzmanının yanında ise düzlemsel bakıyı; reçete yazmanın inceliklerini, kronik hastanın nasıl yönetileceğini, hasta ile iletişimin nasıl kurulması gerektiğini, gebe ve bebek takibini, koruyucu hekimliğe bireysel yaklaşımı öğrenir. Bu dönemin sonunda acil ve aile hekimliği ihtisasını seçer ise ikinci senesinden başlaması sağlanabilir. Dolayısıyla sahada en çok ihtiyaç olan iki branşın uzmanlık süreleri bir yıl kısalacağından tercih edilmeleri de artacaktır. En önemlisi bu sürecin sonunda kritik süreçlerin yönetimini öğrenmiş olacaklardır. Bu sürecin kazanımlarından birisi de doktorun, hangi uzmanlık alanını kazanırsa kazansın tıbbın ana süreçlerini öğrenmiş olması ve acil hastaya yaklaşımdan çekinmemesi olacaktır.
Bu makale 17.3.2025 15:51:36 tarihinde eklenmiş ve toplam
kere okunmuştur.
2025© Bu sitenin tüm hakları saklıdır.